1 Aralık 2007 Cumartesi

Allahım Bu gücü Bana Hep ver

Adam akşam iş çıkışı eve gitmek üzere yola çıktı.
İşyeri ile dolmuş duraklarının arası çokta uzak sayılmazdı.
Paltosunun cebinden bir sigara çıkardı yaktı.
Derin bir nefes çekti ve yürümeye başladı.
Akşam trafiği heryer karışık, sıkışıktı.Kısa bir zaman sonra dolmuş duraklarına vardı.
Köşede seyyar bir balık çı bağırıyordu .Hadi istavrit 500, istavrit 500. Adam düşündü akşama balık yemek iyi olurdu
Hem kızıda eşide çok severdi balığı.Kendide bayılırdı doğrusu
evde o sıcacık neşeli ortamda balık ziyafetine.
Kardeş ver bakalım dedi 1 kilo istavrit.Balıkçı beyim dedi;
1,5 olmazmı? Adam gülümsedi belki param yok dedi.
Balıkçı bunun üzerine canın sağolsun beyim dedi canın sağolsun .Balıkçı balıkları tartarken tezgaha adamın yanına yaşlı bir teyze geldi .Üzeri başı halini anlatırcasına eski , püsküydü.Evlat dedi banada balık alırmısın?
Tabi dedi teyzeciğim adama seslendi balıklar 3 kilo oldu bir bana 2 teyzeye tart bakalım.
Balıkçı balıkları poşetlere koyarken teyze dedi adam ekmeğin varmı senin. Yaşlı kadın sessiz kaldı önce sözler çıkmadı ağzından sanki bir an takıldı .. Yok evladım dedi zorda olsa
Adam dur dedi teyze az bekle .
Koştu adam bir çırpıda o yoğun trafiğin içinden sıyrıkdı markete girdi 4 tane ekmek aldı.
Aynı hızla geri döndü ekmekleride balıkları almış olan yaşlı teyzeye verdi. Sordu sonra teyzeciğim başka bir ihtiyacın varmı? Kadın elini yırtılmaya yüz tutmuş kimbilir kaç yıllık olan pardesösünün cebine attı adamın gözlerine baktı, utanıyordu, eziliyordu ve elinde olmadan bun u belli ediyordu.
Adam gülümsedi o ne teyzeciğim bir bakayım dedi.
Kadın cebinden bir ilaç şişesi çıkardı evladım dedi birde şu gözdamlam var dedi alamıyorum 2 ay oldu.
Ver dedi adam teyzecim sen az daha dur bakalım burada .
Tüm bunlar gerçekleşirken balıkçı şaşkın gözlerle olan biteni izliyordu ve duygulanıyor bir garip oluyordu.
Tezgahında her zaman ilişik duran tabureyi aldı otur dedi teyze o aslan parçası gelene kadar , kadın sağol evladım dedi oturdu.Eczaneye girdi adam bu ilaçtan varmı dedi ..
Eczacı evet efendim dedi raftan aynı şişeden bir ilaç aldı verdi.
Bu defa acele etmedi adam çünki karşıkaldırımdaki teyzenin balıkçının taburesinde oturduğunu görmüş rahatlamıştı.
İçinden ah be dedi ah yurdum insanı.
Verdi ilacı teyzeye bu defa sormadı ne var başka eksiğin diye elini cebine attı ne kadar parası varsa verdi yaşlı kadına
öptü elini bindirdi bir dolmuşa evine uğurladı .Kadın dua ediyordu adama ALLAH Razı olsun evladım diye ve ağlıyordu yanağından akan yaşlar o eski pardüsenin omuzlarına düşüyordu ama mutluydu.
Adam tam dolmuşa yönelecekken durdu ve balıkçıyla gözgöze geldiler. Bu olaylar olurken balıkların parasını vermeyi unuttmuş dahası tüm parasını yaşlı kadına vermişti.
Balıkçı gülümsedi hadi abi uğurlar olsun.
Konuşmaya gerek yoktu durum meydandaydı, konuşmadan anlaştılar.
İyi akşamlar diledi adam dolmuşa yönelirken güleç bir yüzle ,bir kaç adım daha attı yine durdu.
Cebinde ne dolmuşa binecek ne eve ekmek alacak parası vardı. Düşündü şükretti haline zaten şunun şurası evide en fazla yaya olarak 30 dk tutardı.Hafiften bir yağmur ciselemeye başlamıştı. Sakin adımları hızlandı , hızlandı, hızlandı.Köşedeki telefon kulübesinin önünde durdu .Cüzdanından pek fazla kontörü kalmamış telefon kartını çıkardı , Çevirdi tuşları kızı çıktı karşısına hadi babacığım neredesin diyordu meraklı meraklı.
Adam yavrum dedi geliyorum annene söyle bu akşam balık yiyeceğiz.Kız olur babacığım dedi hadi çabuk gel.
Adam tekrar eve yöneldi yağmurda artmıştı.
Sıkı sıkı tuttu balık poşetini ,bir eliyle rüzgarda uçuşan paltosunun yakasını kavradı yürüdü ,yürüdü.
Durdu yine kafasını göğe kaldırdı ALLAH'ım dedi sana şükürler olsun.
Ne olur Bana bu gücü hep ver diye dua ederken, duygulandı , mahsunlaştı, yanağından akan yaşlar caddelerde akıp giden yağmura karıştı.......

Mutluluk

Mutluluk nasıl yakalanır biliyor musunuz? Uzun zamandır görmediğin birini görmekle veya en çok istediğin bir şeyi elde etmekle yakalayamazsın mutluluğu. Öyle lotoyla, piyangoyla da olacak bir şey de değil. Sakın ola ki aşk, sevgi gibi kavramlarla da kafanı karıştırma mutlu olmak için. Sağlıklı olmak ise tamamen farklı bir konu.

Mutlu olunmaz mutlu yaşanır. Su içmek gibi, uyumak gibi hatta nefes almak gibi mutlu oluruz farkında bile olmadan. Her insan aslında mutludur. İnsanın doğasıdır mutluluk. Göstergesi de hiçbir zaman ne gülmek ne tebessüm etmek ne de gözyaşları olamaz.

Mutsuz olan bir insan için mutluluğu azalmış diyebiliriz. Tıpkı tok bir insanın acıkmaya başlaması, sigara içen bir insanın nefes alırken zorlanması gibi. Nasıl aç bir insan otomatik olarak yemek yemeğe yöneliyorsa, canı yanan insan, sevdiğini kaybeden insan, başarısız olan insan, özlem duyan bir insan, hayal kırıklığı yaşayan bir insan da eski haline dönmek ister dönünce de mutlu oldum der. Hâlbuki bu onun en tabi halidir. Mutlu olduğunu sanan bir insan aslında olması gerekeni yaşamıştır ve bunu bir lütuf olarak kabul etmektedir kendisine.

Bir nevi ihtiyaç gidermek, eksilen şeylerin yerine konmasıdır mutluluğun yapılması gereken tanımı. Gol attıktan sonra koşup seyirciyi selamlayan bir futbolcu ve parkta kuşlara susam veren teyze arasındaki tek fark susam ve toptur bence. Bir kavramın 50 tane karşılığı olmamalı açıklamasını yapmak için. Mutluluk için göreceli diye geçiştirip, üzüntünün, kederin karşılığı gibi gösteriyoruz hep.

Eğer öyle olsaydı herkes müzik dinlemekten mutlu olur, herkes sinemaya gittiği zaman mutluluk budur işte derdi. Yahut filmler, müzikler çeşitli şekillerde çıkmazdı ortaya ve onlara olan yaklaşımlar farklılık göstermezdi. Demek ki tercihleri hariç tutmak gerekiyor mutluluk tanımında. Peki, nasıl ölçülür? Nasıl gerçekten mutlu olunur? İşte yanıt bulması gereken sorular bunlar olmalı bence.

Kendini dinlemekten geçer mutluluğun yolu. Önce kendini tanımalısın, sonra neyin gerçekten seni daha rahat hissettirdiğini bulacaksın, bunu birkaç kez deneyip emin olduktan sonra bileceksin ki senin yolun bu. Nerede olursan ol, kiminle olursan ol her zaman uygulayacaksın. En azından fırsat kollayacaksın kendin için.

Ama tek bir şey olmalı. Her zamanda işe yaramalı. Ortama göre kişilere göre değişmemeli. Sonra kolay da olmalı, öyle bin dereden su getirtmemelisin her zaman ihtiyacın olacak bir şey için. Kuşlarsa seni rahatlatan hemen gökyüzüne bakabileceksin evinde kartal beslemene gerek kalmadan. Resimse istediğin an karalayacak, müzikse mırıldanacaksın bulduğun ilk boş anında orkestra olmadan. Kompleks şeylerden uzak duracaksın kısacası. Karışık bir şeyi çözmek için uğraşmayacaksın hayatının hiçbir döneminde.

Düğüm çözmeyi sadece denizcilere bırakacaksın ki, kafanı dağıtmak için bindiğin gemi yol alabilsin.

Gençlik Elden Gitmeden

Zamanın birinde bir kasabada yasayan dünyalar güzeli bir kız varmış.. Bu kız öyle güzelmiş ki çok uzak şehirlerden ve ülkelerden çok zengin, çok yakışıklı, asil pek çok delikanlı onu görmeye gelirmiş.. Kendisiyle evlenmek isteyen nice prensi nice şövalyeyi reddeden güzel kız kimseleri beğenmezmiş.. Bu arada ayni kasabada yasayan ve bu kıza aşık olan genç bir delikanlı da bu kızı istemiş.. Ama kız onu da reddetmiş.. Aradan uzun yıllar geçmiş.. Bizim delikanlı kasabadan ayrılmış ..Kendine başka bir hayat kurmuş ve evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış.. Bir gün yolu bir zamanlar yaşadığı güzel, küçük kasabaya düşmüş.. Orada tanıdık birine rastladığında aklına bir zamanlar orada yasayan dünyalar güzeli kız gelmiş ve ona ne olduğunu sormuş.. Yaşlı adam önünde gül bahçesi olan bir evi göstererek kızın evlendiğini söylemiş.. Bizimki bir zamanlar herkesi reddetmiş olan kızın kocasını pek merak etmiş.. Bir gün gizlenip kocasını evden çıkarken görmüş.. kızın kocası şişman, kel ve çirkin mi çirkin bir adammış.. Üstelik zengin bile değilmiş.. Çok merak eden adam kocası gittikten sonra evin kapısını çalmış.. kız kapıyı açınca kendini tanıtmış ve neden böyle bir adamla evlenmiş olduğunu sormuş.. kız da ona arkasındaki gül bahçesinden en güzel gülü koparıp getirirse cevabi vereceğini bu arada tek şartının bahçede ilerlerken geriye dönmemesi olduğunu söylemiş.. Adam da bunun üzerine yüzlerce güzel gülün olduğu bahçede ilerlemeye başlamış.. Birden çok güzel sari bir gül görmüş.. Tam ona doğru eğilirken biraz ilerde kocaman pembe bir gül gözüne çarpmış.. Tam ona uzanırken daha ilerde muhteşem güzellikte kırmızı bir gül goncası görmüş.. Derken bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş ve mecburen oradaki bir gülü koparıp kıza götürmüs.. Bahçenin en güzel gülünü getirmesini beklerken kız bir de ne görsün yaprakları solmuş cılız bir gül.. Bunun üzerine adama dönen kız söyle demiş: "Bak gördün mü? Her zaman daha iyisini bulmak isterken ömür geçer ve sen en kötüsüne razı olmak zorunda kalırsın.. Bu yüzden gençlik elden gitmeden elindekiyle yetinebilmeyi öğrenmek gerekir.."

1 saatlik dost

yaşanmış bir hikâye-

hızlı bir çalışma temposunun ardından saatin beş olduğunu kat nöbetini devretmeye gelen hemşire arkadaşlar sayesinde fark etmiştik. yoğun bir servisti çalıştığım servis, çocuk servisleri hastanelerin en yoğun ve gürültülü olan servisleridir. artık günün yoğunluğu geçmiş servis sessiz bir hal almıştı aksam tedavilerini henüz bitirmiş ofiste cay içmeye gitme telasındaydım çünkü o günün ilk çayını içme fırsatı yakaladım diye kendi kendime üşünüyordum.kep dağılmış saç bas karışmış yorgun bitkin bir haldeydim tedavi odasından çıktığımda .aynada kendimi tanıyamadım ofise geldiğimde hemşire odasının telefonu çalıyordu . oturduğum yerden büyük bir güçlükle ayağa kalktım ve telefona gittim karsıdaki ses acilde trafik yaralılarının olduğunu içlerinde çocuklarında bulunduğunu damar bulamadıklarından dolayı acile yardıma gelmemi söylüyordu. tüm yorgunluğumu unutmuş hızla acil servisine yönelmiştim ki diğer telefonda nöbetçi hekimin icapçı beyin cerrahi hekimiyle gelip gelmeme konusundaki tartışmasını duydum. nöbetçi hekimin sesi ortalığı çınlatıyordu:

- ne yapalım? bırakalım olsun mu bu insanlar? gelmek zorundasınız!
- gittiğiniz davet beni ilgilendirmez! nöbet değiştirseydiniz çok önemli bir davetti madem.
- siz hipokrat yemini etmediniz mi ?

konuşma böyle sürüp giderken gelen asansöre binerek koşarak acil servisine gittim her yer kan revan içinde ağlayan koşuşturan yakınını bulmaya çalışan bir yığın insan vardı bu kalabalıkta sağlıklı bir is nasıl yapılırdı bilmiyordum ama her kez elinden geleni birilerine bakma gayretini gösteriyordu. acil serviste yatak kalmamış sedyelere insanlar yatırılıp ilk müdahale yapılıncaya kadar bekletiliyor yetersiz kalan personel yerine hastaları yukarı sevk edilen servise aileleri çıkartıyordu. onca kazazede içinde basında kimsesi olmayan ama durumu da oldukça ağır 15-17 yas arası bir genç vardı gerekli müdahalesi yapılmış fakat sevk edildiği beyin cerrahi hekimi henüz görev yerine elmediği için orada bekletiliyordu. kendime ait serum ve edavileri uyguladıktan sonra o çocuğun başına giderek ilgilenmeye çalıştım şuuru yerindeydi konuştuklarımı anlıyor fakat cevap veremiyordu son anlarını yasadığını görüyor ve yalnız olduğu için korkunç derecede üzülüyordum onu orada yalnız bırakamıyordum.zaten ben onunla ilgilenirken acil ervis boşalmış,tüm hastalar gerekli servislere dağıtılmıştı. ellerimi sımsıkı tutuyordu, bırakma dercesine gözlerinden yaşlar süzüldükçe kendimi ben de tutamaz hale gelmiştim, eğildim yanaklarından öptüm. "bırakmayacağım seni sakin ol, üzülme sakın" diyordum hiç tanımadığım, daha önce hiç görmediğim bu insana anlatılmaz bir yakınlık hissediyor, sanki onun acısının aynisini çekiyordum.

çok acı çekiyordu hem yalnızlığından hem de geçirmiş olduğu beyin travmasından .ne kadar süre daha onunla kaldığımı hatırlamıyorum. avucumu bırakmasıyla kendime geldim. o artık aramızda değildi, bu dünyayı terk etmişti ve ben gelmeyen doktoru suçluyor içimden lanetler yağdırıyordum.derken beyin cerrahi hekimi gelmişti. hastanın daha doğrusu ex (ölmüş) ölmüş gencin üzerindeki çarşafı almam söyledi.çarşafı kaldırdığımda doktorun hiç bir şey söyleme fırsatı olmadan yere düştüğünü gördüm.

ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. yemekli bir davetten gelmişti. acaba çok mu sarhoştu ya da kalp krizimi geçiriyordu diye düşünürken diğer hekim arkadaşları olaya müdahale etmişlerdi bile. ölen o gencecik insanin babasıydı bu doktor ve kendi evladının tedavisi için çok geç kalmıştı ne yazık ki. kötü günde oğlunun acısıyla felç geçirmiş ve görevine yeniden dönememişti .

.....

seni yeniden andım kerem ruhun şad olsun hayattaki bir saatlik dost bana yıllardır yaşattığın tecrübeyle dost kalan dost .. 1986


dostluk her gün 2-3 kere telefonla konuşmak değildir...

dostluk yapılması gereğine inanılan telefon görüşmeleri sırasında diğer insanların dedikodusunu yaparak karşılıklı bir şeyler paylaşıldığını zannetmek değildir...

dostluk; dost bildiğin kişinin en ince detaylarını bilme ihtiyacı gereği değildir...

dostluk; dost bildiğin kişinin senin en karışık detaylarını bilmesi gerektiği de değildir...

dostluk her hafta 3-5 kere görüşmek değildir... 1 ay, 1 sene, 5 sene seni aramayan, senin de aramadığın bir insani birdenbire arayıp, dertleşmek, hatır sormak istersen ve o insan da seni geri çevirmez ve sanki daha az önce konuşmuşun gibi kaldığınız yerden konuşmaya devam ederse, ve daha da önemlisi bu 1 ay, 1 sene, 5 sene ayrılığa rağmen bu insanin başı gerçekten sıkıştığında yardımına koşacak ilk insanlardan biriysen ve ayni şekilde onun da öyle
olduğunu biliyorsan emin ol ki..... o kişi senin dostundur... sen de o'nun...

" her tur ilişki avuç içinde duran kum taneleri gibidir. avucumuzu sıkmadan, gevşekçe tutarsak, kum taneleri kaymaz, durur. avucumuzu kapatıp, sıkmaya başladığımız an kum taneleri parmaklarımızın arasından akmaya baslar bir kısmını tutmayı basarsanız da, çoğu akıp gider. ilişkiler de böyledir. esneklik varsa, diğer insana saygı duyuluyor ve özgürlük tanınıyorsa ilişkiler bozulmaz. ama diğer insani çok bunaltırsanız ilişki de yavaş yavaş bozulur ve biter. hayatta pek çok insanla karsılaşırsın ama sadece gerçek dostlar senin kalbinde bir iz bırakır."(alıntı)

gerçek dostlarınızı bulup hiç kaybetmemeniz dileğiyle!!!

gulen yuzunuzun solmamasi dilegiyle...

ALINTI

sekiz güzel hediye

DİNLEME...
Ama gerçekten dinleyin. Kesmeden, hayal kurmadan, vereceğiniz cevabı düşünmeden... Can kulağıyla dinleyin.

SEVGİ...
Kucaklamalar, öpücükler, sırt sıvazlamalar ve el tutmalar konusunda cömert olun. Bu ufak hareketler, aileniz ve dostlarınıza olan sevginizi daha açık göstermenizi sağlayabilir.

KAHKAHA...
Fikra anlatın, neşeli hikayeleri paylaşın. Bu armağanınız "Seninle birlikte gülmeyi seviyorum" anlamına gelir.

YAZILI BİR NOT...
Basit bir "Yardımın için teşekkürler" notu, ya da belki bir şiir... Kısa, elle yazılmış bir not bazen ömür boyu hatırlanır.

İLTİFAT...
Basit, içtenlikle söylenen bir söz ("Bu renk sana ne çok yakışmış", "Harika bir iş çıkardın", "Yemek nefis olmuş" gibi) karşınızdakinin içini aydınlatır.

İYİLİK...
Her gün, rutininizi kırıp birisine hoş, nazik bir şey yapın.

YALNIZLIK...
Bazen tek istediğimiz yalnız kalmaktır. Bu anlara duyarlı olun ve ihtiyacı olana yalnız kalma armağanını verin.

NEŞELİ BİR YAPI...
Birine tatlı bir söz söylemek gibisi yoktur. Selam vermek veya teşekkür etmek o kadar zor mu?

hayata ufacık şeyler yüzünden küsenlere



insanın içindeki yaşam sevinci bitmemişse her şeyi kabullenip her şekilde hayatına devam edebilir...zor durumları da aşar bence...işte örnek sakat kaldım diye hayata küsüp kendini eve kapatmamış ve maç yapan biri ne güzel hayat devem ediyor degilmi? yaşam sevincinizi yitirmemeniz ve küçük şeylerle mutlu olmanız dilegiyle............ALLAH büyük dertler vermesin inşallah...

Arkadaş mı Dost mu?

Baba ve oğul konuşuyorlarmış. Babası oğluna sormuş, "Senin kaç tane dostun var?"
Oğlan cevap vermiş: "Ohooo yüzlerce..."
Babası oğluna açıklamış.

"Bak oğlum" demiş insanın bir sürü arkadaşı olabilir ama yüzlerce dostu olamaz. Dost dediğin diğer arkadaşlara benzemez. İnsanın hayatı boyunca ancak 1 ya da 2 tane dostu olabilir.

Oğlan saçma demiş. Benim bir sürü dostum var ve hepsi beni sever ve her zaman bana yardıma koşacaklarına eminim.

Öyle mi demiş babası? O zaman gel seninle bir test yapalım.

Adam birkac tane tavuk kesmis ve başka birkaç ıvır zıvır'la birlikte bir çuvala doldurmuş. Çuval'dan kanlar akıyormuş. Şimdi git demiş bu çuvalı arkadaşlarına götür ve onlardan yardm iste. Çuvalı birlikte bir yerlere gömün.

Çocuk çıkmış yola, bir arkadaşının kapısını çalmış, arkadaşı elindeki kanlı çuvalı görünce çocuğun yüzüne kapıyı kapatmış, başka arkadaşları bir daha onlarla konuşmamalarını görüşmemelerini rica etmişler, çünkü hepsi çuvalın içinde bir ceset olduğunu sanmış.

Oğlan yüzü allak bullak babasına dönmüş olanları anlatmış. Babası demiş; "İşte senin arkadaşlarının dostluğu bu kadar. Şimdi al bu çuvalı
benim dostuma götür."

Oğlan tekrar sırtlamış çuvalı düşmüş yola. Babasının dostu kapıyı açıp, oğlanı ter içinde, elinde kanlı bir çuvalla görür görmez etrafa şöyle bir bakmış ve hemen almış içeriye. Sen Ahmet'in oğlusun değil mi demiş? Evet demiş çocuk. Ver elindekini diyerek çuvalı almış. Arka bahçeye çıkarmış, arka bahçede bir çukur kazıp çuvalı gömmüş. Çocuğa su ikram etmiş. Bu arada yetmemiş, gömdüğü yer belli olmasın diye sarımsak ekmiş oraya.

Çocuk ben artık gideyim demiş. Adam da babana söyle sarımsak tarlasına gözüm gibi bakıyorum demiş.

Çocuk gitmiş babasına durumu anlatmış, gerçekten senin dostun varmış benim ise sadece sıradan arkadaşlarım demiş. Yooo bitmedi demiş babası, şimdi tekrar git dostumun kapısını çal ve açar açmaz yüzüne okkalı bir tokat yapıştır. Çocuk olur mu hiç öyle şey demiş. Olur olur, ancak o zaman anlayacaksın dostluğun ne demek olduğunu.

Çocuk çaresiz utana sıkıla tekrar düşmüş yola. Kapıyı çalmış. Babasının dostu kapıya çıkar çıkmaz da babamın size iletmek istediği bir şey var demiş. Nedir o demeye kalmadan çocuk okkalı bir tokat yapıştırmış babasının dostunun suratına. Üzülmüş bir yandan da nasıl vurdum diye.

Babasının dostu demiş ki, benim de babana iletmek istediğim bir şey var... Söyle o babana "biz bir tokata satmayız koskoca sarımsak tarlasını" demiş!

İşte böyle. Çocuk o zaman anlamış dostluğun değerini ve babasının yüzlerce arkadaşın olacağına bir dostun olsun yeter derken ne demek istediğini...

Sen Gülerken yanındakiler de güler,
Ama ağlarken yalnız ağlarsın,
Onun için öyle bir ağaca yaslan ki,
Asla yıkılmasın.
Öyle bir dost edin ki,
Asla bırakmasın.

Evlilik sofrasında mutluluk‎

Evlendiniz…
Evlilik sofrasında mutluluk yemeğini yemek istiyorsunuz. Çünkü her evlenen genç bunu ister. Peki bunun için ne yapıyorsunuz? Parmağınızı bile oynatmadan eşinizin sizi mutlu etmesini mi bekliyorsunuz?

Öyleyse boşuna beklersiniz. Siz beklerken mutluluk yanınıza uğramadan çekip, gider. Çünkü yemeği yemek için ocağa koymak gerek. Sofraya oturmak için sofrayı hazırlamak…

Şayet yemeği ocağa koymak ve sofrayı hazırlamak zorunuza gider de masada beklerseniz yemekler kendiliğinden gelip önünüze dizilmez.

Peki ne yapmanız gerek?
Önce evlilik sofrasını açın. Mutluluk yemeğini itinayla pişirin. Pişen yemeği huzur tabaklarına koyun. Tabakların üzerine biraz tebessüm tozu dökün. Bardaklarınıza neşe meşrubatı doldurun. Vazonuzda birkaç tane saadet gülü bulundurmayı da ihmal etmeyin.

Oda sıcaklığına gelince: Ne negatif enerjinizle donsun. Ne de sinir katsayınızla sıcaklığı otuzlara vursun.
Lisan-ı haliniz bahar meltemi estirsin. Dudaklarınızdan dökülen kelimeler, temmuzda toprağı ferahlatan yağmur damlasına dönsün.

Belki de söylenenler sanıldığı kadar kolay değil. Belki de "Söz uçup" gidiyor.Yazılanları uygulamaksa hayli zor oluyor.

Çünkü kimi sofralar zor kuruluyor. Kimi mutluluk aşları zor pişiyor. Ocağı yakmak için bir hayli uğraşmanız, bayağı bir nefes tüketmeniz gerekebiliyor. Kimileri yemeklerinin üzerine dökülen tebessüm tozundan hoşlanmaz. Yemeğinin huzur tabağına konmasını istemez. Neşe meşrubatından nefret edenler bile var.

Ya eşleriyle birlikte yemek yemeyenler, yemekten zevk almayanlar?
Hangi tür mutluluk yemeği yaparsanız yapın sizinkini beğenmeyip, başkalarıyla aynı yemeği yemeğe bayılanlara ne denemeli? Bu durum karşısında nasıl davranılmalı? "Haydi bana eyvallah, ben de kendime başka bir sofra arkadaşı bulurum" mu demeli? Böyle demek çözüm mü? Bir celsede bu kelimeyi söyleyenler, aradıkları arkadaşı bulabiliyorlar mı?

Birazcık durun ve düşünün!..
Yeni arkadaşınızın eski arkadaşınızla aynı karakterde olmadığını nereden bilebilirsiniz? "Ben onu tanıyamamışım. Bunu tanırım" derseniz yine yanılabilirsiniz. İsterseniz evlilik sofrasındaki mutluluk yemeğinin tarifini değiştirelim ve bir deneyelim. Yine evlilik sofrasını açın. Mutluluk aşının yanına biraz da sabır çorbası yapın. Zor da olsa üç beş tane kabuklu imtihan cevizi ekleyin. Çorbanızın üzerine siz sevmeseniz de eşinizin sevdiği acı baharatlardan oluşan bir karışımı kızgın yağda kavurarak dökmeyi unutmayın. Belki biraz ağzınız yanabilir. Mideniz kavrulabilir.
Fakat sabır çorbasının bütün hastalıklara iyi geldiğini unutmayın.

Karanlık gecelerin gündüze hamile oluğunu biliyorsunuz. Ben sabahı bekleyemem derseniz. Hiç bir sabahı göremezsiniz. Hiçbir güneşin muhteşem doğuşuna teşne olamazsınız.

Sabaha kadar goncanın başında açılışını beklediği halde, sabrını tüketip sabaha yakın uykuya dalarak tomurcuğun açılışını göremeyen bülbül gibi olmayın. Her şeyin sancılı bir dönemi vardır. Anne o sancıları çekmese yavrusunu bu denli bağrına basamaz. İnsan dünyada sıkıntılara sabretmezse cennet de ona zevk vermez. Bir kalemde her şeyi silmek kolay. Deli bir adam bir kibritle bir evi yakıp kül edebilir.

Unutmayın: "Bu dünya hizmet yeridir. Ücret ve mükafat yeri değildir."

İmtihan sıkıntısını çekmeyen öğrenci başarı belgesini eline alamaz.

BiR ANNeNiN Gözyaşları

Orta yaşlı kadın, evin içinde telaşlı bir haldeydi. Eşyaların yerini değiştiriyor, örtüleri düzeltiyor, arada bir mutfağa gidip pişmekte olan yemeğe bakıyor, tekrar salona dönüyordu. Sokaktan gelen her seste pencereye koşuyor, her duyduğu kapı zilinde de, başkasının zili olduğunu anlayıp üzülüyordu.

Başka şehirde iş bulan oğlu, hem uzak yerde olduğundan hem de izin alamadığından 2 aydır gelememişti. Orta yaşlı kadın, büyük bir özlemle oğlunun gelmesini ümit ediyor, kulağı zil sesinde, ayak sesinde telaşla bekliyordu. Her anneler gününde, çocuğunun “Anneciğim, anneler günün kutlu olsun” diyerek, boynuna sarılmasına öyle alışmıştı ki, sanki oğlu kapıdan giriverecek ve koşup boynuna sarılacaktı, sonra da onun için hazırladığı tatlılardan yiyecekti. Oysa oğlu geleceğini söylememişti ki. Kadın, boynu bükük düşündü, “-Ya gelmezse, ya izin alamadıysa. ” İçini özlem dolu bir alevin yalayıp geçtiğini hissetti.

Kadın sabahtan hazırlığa başlamıştı. . Telaşlı halini gören eşi, sorup durmuştu; ” -Bu telaşın niye?” diye. Ama cevabını bir türlü alamamıştı. Sonunda da kadın; “-Bu gün evde işim çok, sen git-gez biraz” diye ısrar ederek, eşini rica-minnet dışarı çıkarmıştı. “Ya, telaşımın nedenini anlarsa, ya saatlerce beklediğim halde oğlum gelmezse” diye düşünmüştü. “Gelmezse” düşüncesiyle bir daha yüreği titremişti.

Saatler geçip gidiyordu, öğlen olmak üzereydi; “-Gelemiyorsan, bir telefon et bari, ‘anneciğim’ de. ” İçinde sıkıntı artmaya başlamıştı; “-Anneler gününü kutlamak için bir telefon bile etmeyecek mi acaba? Ben böyle bekliyorum ama o belki hatırlamadı bile. ‘Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur’ sözü anneler için de geçerli olur mu hiç. Olamaz canım, bir telefon eder en azından. Hoş telefon yetmez, özledim yavrumu, kara gözlerini, yaramaz gülüşünü. Hıh. . yaramaz, dediğimi duysa yine darılır, ‘Beni çocuk gibi sevme’ der. Sanki nasıl seveceksem…”

Çocuğunu düşündükçe, onunla konuştuğunu düşündükçe yüzü gülüyor, farkında olmadan bir anda neşeleniyordu. Sonra duvardaki saate gözü takılıyor, yeniden durgunlaşıyordu. “-Gelmeyecek, telefon bari etse... ” diye düşündü istemeye istemeye. “-Sesini bari duymuş olurum”. Tam böyle düşünürken, cep telefonunun sesiyle irkildi, omuzlarında bir yorgunluk, bakışlarında bir burukluk telefona uzandı. , ekranına baktı, arayan oğluydu.

Sevinmeli miydi? sevinemedi. …acaba …acaba gelemeyeceğini söylemek için mi aramıştı. Telefonda kutlayıp geçecek miydi anneler gününü, sarılamayacak mıydı yavrusuna?

Açtı telefonu;
-Alo. .
-Alo, nasılsın anneciğim?
-Sağol yavrum, sen nasılsın?
-İyiyim anneciğim.
-Ne yapıyorsun, işler nasıl?
-Biraz zor oldu ama alıştım, hem bu şehre, hem de işe alıştım.
-Öyle mi yavrucuğum.

Söylemiyordu işte ne telefonda kutluyordu, ne de gelmiyeceğini söylüyordu. Sonunda dayanamayıp sordu;
-İzin aldın mı yavrum?
-Evet anneciğim, izin aldım. Sen nerden bildin.
-Nerden mi, anneler günü için izin almadın mı?
-Ha, anneler günü doğru ya. Anneler günün kutlu olsun anneciğim.
-Sen sen. . bunun için izin almadın mı?
-Ah anneciğim, çok sevdiğim, benim için çok önemli bir bayanı görmeye gideceğimi söyledim. Şefim de izin verdi. Şimdi onun yanına gidiyorum.

Orta yaşlı kadın durakladı, sesine hakim olmaya çalıştı.
-Öyle mi, nasıl biriymiş bu?
-Anneciğim, emin ol bana, senin daha önce yaptığın yemeklerden daha lezzetlisini, daha önce yaptığın tatlılardan daha tatlısını yapmıştır, beni bekliyor şimdi.
-Ben… şey… tamam yavrucuğum. Şey, umarım o da seni seviyordur.
-Sevdiğine eminim anne, zaten bu ilk iznimi sırf onu görmek için aldım. Babam nerde anne?
-Dışardaydı yavrum. Hah. . kapı çalıyor, sanırım baban geldi.
-Tamam anne selam söyle, ben de mis gibi kokuların geldiği, dünya da en çok değer verdiğim bir dünya güzelinin kapısındayım.
-Tamam yavrum, söylerim. Sonra yine ara yavrum. Allah’a emanet ol.

Telefonu kapattı. Oysa ne kadar özlemişti oğlunu, ne kadar görmek istiyordu. Kapıya eli uzanırken, gözünden süzülen yaşlara engel olamıyordu.

Kapıyı açtığında, boynuna atılan oğlunun “-Canım anneciğim, anneler günün kutlu olsun ! ” diye bağırması sanki bir rüya sahnesiymiş gibi geldi. Oğlu; “ -Anneciğim, seni sevindirecek bir sürpriz yapayım dedim, lütfen ağlama ! ” dese de, annesi sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Hİkaye İŞte Deyİp GeÇmeyİn Okuyun LÜtfen...

İhtiyar adam tapu dairesinden çıkarken sevinçliydi. Kendi
kendine düşünüyordu; "-Oh. . be ferahladım. Ölümlü dünya".

Oturduğu evin tapusunu, çocuğunun üstüne kaydettirmişti. Tapu
dairesinde çıktıktan sonra bir küçük lokantada öğle yemeğini yedi,
vakit geçirmek için parkları dolaştı. Bir parkta Cem Karaca'nın
şarkısı çalınıyordu; "Allah Yar! Allah Yar!".

Akşama doğru eve gitmek için yola çıktı. Bir yandan düşünceler içindeydi;

-Biz öldükten sonra bir sürü işlemle uğraşması gerek. Ne
diye eziyet çeksin yavrum.

Oğlunun kendisini nerdeyse zorla doktora götürüşü aklına
geldi; "-Kerata amma ısrar etmişti. Sağlığıma verdiği önem kadar,
ziyarete gelmeye de önem verse ya. "

Bir an dalgınlaştı; "-Gerçi, gelin bizle geçinmeye çalışmıyor ama..."
derin bir nefes aldı "-Boş ver canım, ne de olsa torunlarımın annesi.
Eşine, çocuklarına iyi baksın da..." biraz da kendini teselli etmek
için söylendi ...biz bu gün varız, yarın yoğuz. "

Evine yaklaşınca yine durgunlaştı, "-Bakalım hanım ne
diyecek? Gelin gelip-gitmiyor diye biraz kırgın ama.... " Düşünceler
içinde zili çalarken, güleryüzlü olmaya çalıştı; "-Yook, iyi oldu
canım. Biz ölünce oğlan rahat edecek, kötü mü?"

Hanımı kapıyı açtı. Gülümsemesini bozmamaya çalışarak hanımına;

-Nasılsın hanım bu gün bakalım?

Hanımı elindeki çiçek suladığı kabı gösterdi;

-Ne yapayım, bir iki çiçekle uğraşıyorum yeşillik olsun diye.

Eve girerken devam etti;

-İnsan şehirde özlüyor çiçeği, yeşilliği.

-Eee. . köy gibi olmaz buralar tabii.

Kadının durgun yüzünde acı bir tebessüm dolaştı;

-Köy gibi olmaz dimi? Şimdi köyde olsak ne güzel olurdu.

İhtiyar adam bir an yüzüne baktı hanımının;

-Sen köyü pek sevmezdin! Geçen sene bir ay kalalım demiştim de "-Ben
torunları özlerim. " Diye tutturmuştun.

Kadın, yüzünü çiçeklere doğru döndü;

-Ne bileyim ben, düşündükçe bunalır oldum buralarda. İnsan
çocukluğunun geçtiği yerleri özlüyor. Ağaçların altında, bahçelerde
yürümeyi özlüyor.

-Allah Allah ! Tamam hanım gideriz. Sen iste yeter ki. Hele havalar
ısınsın biraz gideriz

-Havalar kim bilir ne zaman ısınır. Beklemek şart mı?

-Yahu hanım, bunca yıllık eşimsin hala seni tam anladım diyemiyorum.
Bir gün köye gitmem diye tutturuyorsun, bir gün de hemen gidelim diye.
Dur da bu gün ne oldu anlatayım.

Kadın endişeyle baktı kocasına;

-Noldu, oğlanı mı gördün?

-Yok canım, nerden göreyim !

Koltuğuna oturdu, koynundaki tapu kağıdını çıkardı.

-Bu nedir biliyor musun?

-Hayırdır?

-Hanım, yarın ne olacağı belli olmaz, vademiz gelir de ölürsek,
oğlumuz kapı kapı uğraşmasın, diye evin tapusunu onun üstüne yaptım.

Hanımının tepkisini beklerken, onun yüzündeki acı gülüşü gülümseme
sandı. Hanımı fısıldar gibi söylendi;

-Oğlumuz da bu gün buraya gelmişti, öğleden önce.

-Öylemi, vay hayırsız. Demedin mi, 'uzun zamandır niye gelmiyon' diye.
Seni üzülmesin diye söylemiyordum ama 'bizi unuttu', diye kızmaya
başlamıştım. Torunları da getirdi mi?

-Murat'ı getirmiş. O da "-Sıkıldım, gidelim. " Deyip durdu.

-Vay kerata vay. Akşam gelse de ben de görseydim. Neyse, hayırdır,
gündüz vakti niye gelmiş ?

Hanımı elindeki kapta suyu bitmiş olduğu halde, çiçekleri sular gibi
durarak masadaki kağıdı gösterdi;

-Şu kağıdı getirmiş.

İhtiyar adam, hanımının sesinde bir titreme hissetti ama emin olamadı.
İçindeki sevinci kaybetmemeye çalışarak masadaki kağıda uzandı.

Bir mahkeme kararı olduğunu gördü. Yaşlı kadın kızaran gözlerini
kocasının görmemesine dikkat ederek, eşinin kolundan tuttu koltuğa
oturmasını sağladı, tekrar çiçeklere doğru uzaklaştı.

İhtiyar adam, yakın gözlüğünü çıkardı ve içinden yavaş yavaş okudu. "
Yaşı ilerlediği ve aklı muhakemesi yerinde olmadığına ve ekonomik
varlığını idare ve idame edemeyeceği, ekteki doktor raporuyla da
tespit edildiğinden, taşınır ve taşınmaz varlıklarının, resmi varisi
oğlu Süleyman tarafından idaresine karar verilmiştir. "

Resmi kağıt, yaşlı adamın elinden yavaşça yere kaydı. Başını yere
eğdi, kağıda boş boş bakmaya başladı. Hanımı, gözlerini sildikten
sonra çiçeklerin başından ayrılıp yanına geldi. Eşinin titreyen
ellerini tuttu. İhtiyar adam, oğlunun neden kendini doktora
götürdüğünü anlamıştı. Yüreğindeki sızıyı bastırmaya çalışarak;

-Üç senedir uğramadık, köydeki ev ne haldedir?

-Canım ne olacak, bir gün de temizlerim ben.

-O evde, dizlerin üşürdü senin.



İhtiyar kadın, daralan göğsünü hafifçe bastırdı, "Yüreğimin üşümesi
daha kötü diye düşündü".

-Merak etme, üşümem...üşümem...

-Yarın mı gidelim diyordun?

-Sen bilirsin bey.

-Eşyaları bir taksiye atarsak, Son otobüse yetişiriz.

-Olur. . Köyde zaten iyi kötü eşya var, ben hemen hazırlanırım.

-Hazırlan. Şu kağıdı da tapuyla beraber masaya koyuver, oğlan gelince aramasın.

İhtiyar adam, içinden düşünüyordu, "-Dünya fani, Allah Yar"



İhtiyar kadın, birileri gelmeden gitmek ister gibi telaşla
hazırlanıyordu. Giysileri bir çantaya tıkıştırdı. Fotoğrafları
duvardan toplarken oğlununkine bir an baktı, aldı, bir an düşünüp
çantaya koymaktan vazgeçti. Masadaki kağıtların üstüne ters olarak
bıraktı. En son duvardaki bir küçük patiği aldı, öptü. Bu büyük
torununa ördüğü ama küçük gelmeye başlayınca hatıra olarak sakladığı
mavi patiklerdi. Çantaya, fotoğrafların üstüne yerleştirirken, mavi
patiklerin üstüne düşen göz yaşlarını yavaşça sildi.

BUNUN ÜZERİNE SÖYLENEBİLECEK TEK ŞEY VAR ODA ALLAH HERKESE HAYIRLI EVLAT NASİP ETSİN...

Açlık Ve İsraf



AÇLIK BÖYLE BİŞEYMİ OLUYOR ARKADAŞLAR.......

HAYATIN İÇİNDE GEZİNİRKEN UNUTTUKLARIMIZ

Yasamam gereken her şeyi yaşadım. Hani deriz ya şu anda ölsem gam yemem deriz ya.
Sonra birileri çıkar ne kadar kücükmüş hayllerin der sana...
Sevdiğin birini kendine benzetmeye kalkarsan eger, onun kendisi olmasından
korkuyoruz demektir bu.Kendimize benzeterek daha kolay basa cıkabilecegimizi düsündügümüz içindir belki..

Ruh ikizimizi ararız ya hep, her seferinde de yanılırız. Neden mi?
Kendimiz gibi birini ararız a ondan..Oysa hiç kimse kendimiz gibi değildir ki
yeryüzünde...

Zararlı bir seyi yapmak her zaman kötü değildir. Zira onu yapmadıgımızda, ondan cok daha kötü bir seyi yapıp yapmayacagımızı bilemeyiz ki....

İçine düştügü örumcek agında debelenen arı, kendisini kurtarmaya calışan iyi niyetli bir eli sokmaz ki...

Ne tuhaftır bu hayat. Yenilgilerimizin mimarlarını bizden daha zeki olanlarda ararız...

Oysa bizi yenenler, sabırlı, planlı, hayatın anlamını bilmeyen, sevmekten,
kaptırmaktan, herşeyden vazgecemeyen, dogrusu yanlışı birbirine girmiş kişilerdir...

Bu kişilerin aynalardan hep kaçarlar. Cünkü bakarsa maskelerini görürler.
Niye duvara toslamak istesinler ki...

Olan herşeyi koşulları içinde degerlendirirler...Sanki secenekleri yokmuşcasına,
feda ettirirler.Tercih ederler. Ta ki, Her sey olup bittikten yıllar sonra,
şimdiki aklım olsaydı bunu yapmazdım gibisinden hayıflana hayıflana
ömürlerini tamamlarlar...

Ne eşek inatcıdır, ne de kedi nankör. Aslında her iki canlının da dogasını tam bilmediğimiz için kendimiz uyduruyoruz bir çok seyi. İyi geliyor sanırım, secenegin olmayınca...

Yürüyerek gidebilecegimiz bir yere koşarak varmak bir sey kazandırmıyor
çogu zaman bize.

Önemli olan,

OLMAN GEREKEN YERDE TAM ZAMANINDA OLMANDIR....

Doğrular ve Yalanlar

İmparatorun Dersi
Bir zamanlar, Uzak Doğu'da, artık yaşlandığını ve yerine geçecek birini seçmesi gerektiğini düşünen bir imparator varmış.
Yardımcılarından ya da çocuklarından birini seçmek yerine; kendi yerine geçecek kişiyi değişik bir yolla seçmeye karar vermiş.
Bir gün, ülkesindeki tüm gençleri çağırmış ve:

"Artık tahttan inip yeni bir imparator seçme vakti geldi. Sizlerden birini seçmeye karar verdim." demiş.
Gençler şaşırmışlar, ancak o sürdürmüş:
"Bugün hepinize birer tohum vereceğim. Bir tek tohum... Ama bu çok özel bir tohum. Evlerinize gidip onu ekmenizi, sulayıp büyütmenizi
istiyorum. Tam bir yıl sonra büyüttüğünüz o tohumla buraya geleceksiniz. Sizi, yetiştirdiğiniz o tohuma göre değerlendirip, birinizi imparator seçeceğim. "
Saraya çağırılan gençlerin arasında Ling adında biri de varmış.O da diğerleri gibi tohumunu almış...
Evine gidip heyecanla olayı annesine anlatmış. Annesi bir saksı ve biraz toprak bulup, onun tohumu ekmesine yardım etmiş.
Sonra birlikte dikkatlice sulamışlar. Her gün sulayıp büyümesini bekliyorlarmış.
Yeterince zaman geçtikten sonra diğer gençler tohumlarının ne kadar büyüdüğünü anlatırken, Ling hayal kırıklığı içinde, kendi tohumunda hiçbir değişiklik olmadığını görüyormuş.Üç hafta, dört hafta,beş hafta geçmiş...
Hâlâ hiçbir gelişmeyokmuş. Diğerleri yetişen bitkilerinden söz ederken Ling çok üzülüyormuş. İmparatorun onu beceriksiz sanmasından çok
endişeleniyormuş. Arkadaşlarına da hiçbir şey diyemiyor, sabırla bekliyormuş.

Sonunda bir yıl bitmiş ve gençlerin yetiştirdikleri bitkileri imparatorun huzuruna götürecekleri gün gelip çatmış.
Ling, annesine boş saksıyı götüremeyeceğini söyleyince, annesi ona cesaret verip; saksısını götürüp dürüst bir şekilde olanları
imparatora anlatmasını istemiş. Ling, pek istemese de, annesinin sözünü tutmuş ve boş saksıyla saraya gitmiş.

Saraya varınca arkadaşlarının yetiştirdiği bitkilerin güzellikleri karşısında şaşırmış.Sonra imparator gelmiş ve tüm gençleri selamlamış. Ling, arkalarda
bir yerlere saklanmaya çalışıyormuş.

"Ne büyük bitkiler, çiçekler ve ağaçlar yetiştirmişsiniz. Bugün biriniz imparator olacak." demiş imparator.
Aniden arkada elinde boş saksısıyla Ling'i fark etmiş. Hemen muhafızlarına onu öne getirmelerini emretmiş. Ling çok korkmuş.
"Sanırım beceriksizliğimden dolayı beni öldürtecek."
Ling öne geldiğinde imparator adını sormuş. "Adım Ling." demiş.

Diğer gençler gülüşüp onunla alay etmeye başlamışlar. İmparator onları susturmuş. Ling'e ve elindeki saksıya dikkatle bakıp
kalabalığa doğru dönmüş.

"Yeni imparatorunuzu selamlayın. Adı Ling!" demiş.
Ling inanamamış. Çünkü tohumunu yeşertememiş bile, nasıl imparator olurmuş?...
İmparator devam etmiş:
" Bir yıl önce burada herkese bir tohum verdim. Siz ekip, sulayıp bir yıl sonra getirecektiniz. Ama hepinize kaynamış tohum
vermiştim. Asla büyüyemeyecek olan... Ling'in dışında herkes ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdi; çünkü tohumun büyümediğini
fark edince hepiniz onu bir başka tohumla değiştirdiniz. Sadece Ling içinde benim verdiğim tohum olan boş saksıyı getirme cesaret
ve dürüstlüğünü gösterdi. Beklentisi gerçekleşmeyince umutsuzluğa kapılsa da, dürüstlüğünden vazgeçmedi...
Onun için yeni imparatorunuz o olacak !"

onun kim olduğunu biliyorum...

Yaşlı bir bey, sabah erken evinden çıkmış, yolda ilerlerken, bir bisikletlinin kendisine çarpması ile yere yuvarlanmış ve hafif yaralanmış. Sokaktan geçenler yaşlı beyi hemen en yakın sağlık birimine ulaştırmışlar.
Hemşireler, adamcağızın yarasına pansuman yapmışlar, ama 'biraz beklemesini ve röntgen çekerek her hangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini' söylemişler. Yaşlı bey huzursuzlanmış, 'acelesi olduğunu ve röntgen çektirmek için beklemek istemediğini' söylemiş.

Hemşireler merakla acelesinin sebebini sormuş. Adamcağız da 'karım huzur evinde kalıyor her sabah onunla kahvaltı etmeye giderim,geç kalmak istemiyorum' demiş. 'Karınızın, siz gecikince merak edeceğini düşünüyorsunuz herhalde' demiş hemşire. Adam üzgün bir ifade ile 'ne yazık ki karım Alzheimer hastası ve benim kim olduğumu bilmiyor' demiş. Hemşireler hayretle 'madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden hergün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz' demişler.

Adam buruk bir sesle 'ama ben onun kim olduğunu biliyorum' ....

Otomobil 25 Milyon Dolara Sanatla Buluştu



Doğuş Otomotiv, 25 Milyon Dolar Yatırımla Maslak'ta Otomobille, Kültür, Sanat ve Tasarımı Buluşturdu.


Doğuş Otomotiv, 25 milyon dolar yatırımla Maslak’ta otomobille, kültür, sanat ve tasarımı buluşturdu.

Danışmanlığını Amerikalı tasarımcı Walt Behnke’nin yaptığı "Otomotion" isimli yeni deneyim merkezinde, bir tarafta yılın 365 günü fuar ortamında Doğuş Otomotiv’in bünyesindeki otomobiller sergilenirken, eş zamanlı olarak yaklaşık 850 metrekarelik esnek kullanım imkanı sunan aktivite merkezinde ise çeşitli etkinlikler, konsept sergiler, konserler düzenlenecek. Türkiye için bir ilki temsil eden Otomotion, 9 Kasım’da kapılarını dünyaca ünlü Einstein sergisiyle birlikte açacak.


FİKİR BABASI ŞAHENK: Doğuş Otomotiv CEO’su Ali Bilaloğlu, bu merkezi otomobil tutkusu ve kent yaşam kültürünün buluşma noktası olarak hedeflediklerini belirtti. Bilaloğlu, Otomotion’un fikir babasının Doğuş Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ferit Şahenk olduğunu vurguladı. Bilaloğlu, OtoMotion’da Volkswagen Binek, Volkswagen Ticari Araç, Seat, Skoda, Audi, Bentley, Lamborgini ve Porsche gibi uluslararası markaların yer alacağı 4200 metre karelik bir showroom oluşturulduğunu belirterek, "Merkez, 11 bin 200 metre karelik etkinlik ve showroom alanının yanı sıra satış sonrası hizmetlerin sunulduğu Doğuş Oto Maslak servis alanını ile 28 bin metrekare alana ulaşıyor. 4 futbol sahası büyüklüğünde bir deneyim merkezi" diye konuştu. Bilaloğlu, OtoMotion’un Doğuş Otomotiv’in ürün ve hizmetlerini tanıtmanın yanı sıra çeşitli organizasyonlara, sergilere ve toplantılara da ev sahipliği yapacağını kaydetti.

YOĞUN TRAFİĞE ALTERNATİF: OtoMotion’un Amerikan Danışmanı Walt Behnke ise OtoMotion’un, Porsche Müzesi ve Volkwagen Autostadt gibi benzerlerinden önemli farklılıkları bulunduğunu anlatarak, OtoMotion’a gelecek herkesin, merkeze tekrar gelmesini sağlayacaklarını söyledi. Merkezin nasıl bir çekim merkezi haline geleceğine ilişkin bir soru üzerine Behnke, OtoMotion’un sürekli değişim ve devinim içinde olacağını, esnek kullanım imkanı sunan aktivite merkezinde çeşitli etkinlikler, konsept sergiler ve konserlerin yer alacağını anlattı. Maslak’ta iş çıkış saatlerinde yaşanan yoğun trafiği hatırlatan Behnke, trafikte kalmak yerine, trafik rahatlayıncaya kadar OtoMotion’da keyifli bir vakit geçirilebileceğini söyledi.

Einstein sergisine 300 bin kişi bekleniyor

OTOMOTION, 9 Kasım 2007’de dünyada büyük ilgiyle karşılanan Einstein sergisiyle birlikte açılacak. Mart 2008’e kadar OtoMotion’da açık kalacak sergiyi 4 ay boyunca 300 bin kişinin ziyaret etmesi beklenirken, sergi süresince düzenlenecek canlı performanslar, etkinlikler, konferans ve workshoplar da serginin tamamlayıcı etkinliklerini oluşturacak.
www.buketforum.com

VATAN RESİMLERİ


28 yıl aradan sonra perde

Hisseli Harikalar Kumpanyası perdeleri açıyor...
Türkiye'nin en çok izlenen müzikallerinden olan ve ilk kez 28 yıl önce sahnelenen ''Hisseli Harikalar Kumpanyası'', 2007-2008 sezonunda da seyirci ile buluşacak.

Alınan bilgiye göre, Beşiktaş Kültür Merkezi ve Bonus Card iş birliğiyle
sahnelenecek müzikalde, oyuncular, dansçılar, orkestra ve teknik ekip ile
birlikte yaklaşık 80 kişilik bir kadro görev alacak.

Haldun Dormen'in yönettiği, müziklerini Zeynep Talu'nun yazdığı, Melih
Kibar'ın bestelediği müzikalin orijinal hali korunarak güncellendiği 2007
versiyonunda, ilk kadrodan Erol Evgin, Ayşen Gruda ve Kartal Kaan rol aldı.

Anadolu'da bir çadır tiyatrosunun assolistinin büyük bir gazinoya transfer
olması üzerine assolist arayışı ve kumpanyanın gösteri yaptığı köy ağasının yeni assoliste aşık olmasıyla gelişen komik olayların konu edildiği müzikal, 10 Kasımda Bostancı Gösteri Merkezi, 8 Aralıkta TİM Maslak Show Center'da seyirci karşısında olacak.

''Hisseli Harikalar Kumpanyası'', ilk olarak 1979 yılında Egemen
Bostancı'nın yapımcılığında Şan Sineması'nda seyirciyle buluştu.

1982 yılına kadar Türkiye'nin dört bir yanında 600'ü aşkın temsil gerçekleştiren müzikalde, Erol Evgin, Nevra Serezli, Adile Naşit, Ayşen Gruda, Mehmet Ali Erbil, Turgut Boralı ve İlyas Salman rol aldı.

Müzikal bu yıl, 28 yıl aradan sonra ilk kez 26-27 Haziran tarihlerinde
Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu'nda seyircinin karşısına çıkmıştı.

Max payne 3 yakında çıkacak